Türkiye’nin Açmazı: Kimlik Siyaseti ve Çoğulcu Demokrasi Partisi
Bu gün tam olarak henüz kavramsal
bir çerçeveye oturtulamayan ‘kimlik siyaseti’ ile ilgili fazla uzak olmayan
geçmişten günümüze bakılarak hakkında tanım niyetine ‘pratik’ bazı tespitlerde bulunmak
mümkün.
Kimlik siyaseti, bir grubun toplumun geneli içindeki benzer yanlarını değil onu
farklılaştıran özelliklerini esas alarak tanımlanması ve kendini o şekilde
konumlandırması ile ortaya çıkıyor. Bu ortaya çıkış bir grubun kendi kendine, kendi
iç dinamiklerinin etkisi ile değil daha ziyade beraber yaşadığı diğer
gruplar/kimlikler ile kurduğu etkileşimin bir sonucu olarak tezahür ediyor. ‘Öteki’
ile birlikte bulunduğu alanda kurduğu etkileşimle kendi farklılıklarının
farkına varan grup, bu farklılıklarla kendini tanımlayarak gelecek inşasını
buna göre yapma eğiliminde olabiliyor. Gruplardan birinin baskın olması ve
diğerleri üzerinde tahakküm oluşturma ve diğerlerini kendine benzetme gayreti
içinde olması durumunda bu tarz siyaset veya tutum ‘diğerleri’ tarafından korunma
içgüdüsü ile daha da sertleşerek kemik bir karakter kazanabiliyor. Bu açıdan
kimlik siyasetinin özellikle sıklıkla telaffuz edilen ‘tek tipleştirici’
yönüyle ulus-devletlerin gayrimeşru çocuğu olduğunu söylemek çok yanlış
olmayacaktır.
Milliyetçiliğin siyasi
ideolojilerle bir araya gelmesiyle başlayan kimlikler üzerinden siyaset yapma
olayı, işbaşına geleceklerin seçim veya herhangi bir ‘yarış’ ile belirlendiği
andan itibaren önemli bir araç oldu. Herhangi bir etnik, kültürel, inanç,
cinsiyet vb kategorisini işaret eden kimlikler, kitleleri etkileyebilecek
yegane enstrüman olarak görüldü. Türkiye’de geçmişten günümüze siyasetin ‘sağ’ -‘sol’
düalizmi üzerinden değil kimlikler üzerinden yapıldığını ve yapılmaya devam
edildiğini söylemek mümkün. Bu gün de bu anlamda değişen bir şey yoktur. Hatta ‘sağ’
- ‘sol’ kavramlarının söz konusu kimlik siyasetleri üzerinden yeniden aslına
pek de uygun olmayacak şekilde tanımlandığını da söyleyebiliriz.
Kimlik siyaseti içinde bazı
problemleri de barındırmaktadır. Öncelikle yıkıcı etkisiyle ulus-devleri de
ciddi yapısal değişikliklere uğratan küreselleşme ile beraber şekillenen dünyanın
gidişatının ruhuna uygun olmayabilir. Her şeyden önce kimlik siyasetinin ‘farklılıklar’
üzerinde yükseldiğini ve özünde ‘ayrıştırıcı’ kodlar içerdiğini tekrar
hatırlatmakta yarar var. Kimlik, benzer insanlar tarafından farklılıklar
temelinde inşa edilmektedir. Ayrıca tüm olumsuzluklara rağmen sınırların giderek
kalktığı bir dünyada kemikleşen toplumun –belki bütünüyle arkaik- kendi değerlerini evrensel değerlerle karşı
karşıya getirebilir ve tamamen içine kapanmasına neden olabilir. Yani kimlik yalıtımı
teşvik edici olabilir. Şartlar dünya ile tüm farklılıklara rağmen bütünleşmeyi
gerektirecek yöne doğru gitmektedir. Sözünü ettiğimiz olgu ‘dünya vatandaşlığı’
gibi bir müphem değil ancak dünyadan tamamen izole olmuş asabi bir toplum da
değil.
Bir diğer problem de yine bununla
alakalı. Belirli yönlerini ön plana çıkartarak bunlar üzerinden bir siyaset ve
dolayısıyla kimlik inşa etmek o kimliği egzotize edebilir. Kimliği belirli
alanlara (folklor/kafe, şeşen, yemek/psihalive veya sadece dil vb) sıkıştırarak
kimliğin veya grubun bütününe zarar verebilir. Ulus-devletin yaptıklarından
biri de zaten budur. Söz gelimi ‘Çerkes sorunu’ deyip yalnızca dil veya
yalnızca kültür üzerinden bir çerçeve çizip o kimliği tanımlamak kimliği belirli
alanlara indirgeyerek yok edecektir. Amacı kimliği korumak olan siyaset, böyle
bir paradoks meydana getirebilir.
Kimlik siyasetini bir diğer handikabı
da evrensel insani ve demokratik değerleri ‘ortak değer’ olduğu için benimsemek
yerine, bunlara yönelik grup süzgecinden geçirilmiş tamamen pragmatik bir tutum
sergilenmesi olabilir. Böyle olduğunda yine dünya ile bütünleşmek ve orayla ortak
değerler etrafında bir ‘ortaklık’ kurmak zorlaşacaktır. Bu gün Türkiye
siyasetinde bunun örneğini görebiliriz. Normalde tüm kimlikler veya toplumlar
için ortak evrensel değerler olan bazı hususlar, yalnızca belirli kimlikler
etrafında ‘pazarlık’ konusu yapılmaktadır. Sonuç itibariyle kimlik siyasetinde
aksiyoner ve tahakküm kurucu kimlik konumunda olan da, kendisine tahakküm
kurulduğunu söyleyen de başka kimlikleri telaffuz etmeden bu değerleri kendi
grup kıstaslarına göre değerlendirmektedir. Böyle bir durum da Çoğulcu
Demokrasi Partisi’nde olduğu gibi başka kimlik siyasetlerini tetiklemektedir. Yani
milliyetçilik milliyetçilikten beslenmektedir.
Tüm bunlar önemli ve dikkat
edilmesi gereken hususlar olmasına rağmen bu tarz evrensel diyebileceğimiz
teorik yaklaşımlar pratikte her yerde aynı şekilde uygulanamayabilir. Konu ile
ilgilenen bazı araştırmacılara göre kimlik veya kimlikler insanın kendisidir ve
‘kimlik siyaseti’ insanın doğası gereğidir. Onlara göre kimliksiz siyaset
mümkün değildir. Bir kimsenin kendi kökenine dair milliyeti, cinsiyeti veya
dini tutumu onun tercihlerini etkileyecektir. Özellikle bir kimliğin otoriter
ve baskın olduğu hallerde baskın kimlik içinde siyasi alan açmaya çalışmaktansa
kendi tercihlerine göre bir siyaset izlenmelidir.
Bunlara kısmen katılmakla
birlikte özellikle Türkiye siyaseti özelinde bu duruma ekleme yapmak istiyorum.
Az önce de ifade ettiğimiz gibi kimlik siyasetinin başlangıcı ulus-devletin
ikame edilme süreci ve ulusçuluğun/milliyetçiliğin siyasal ideolojilerin
merkezine oturması ile oldu. Tüm kimliklere tek bir kimlik giydirilerek asimile
edilmeye çalışıldığı bu süreç içinde uygulanan inkâr ve asimilasyon politikaları
ters teperek diğer toplumların da daha fazla milliyetçi karaktere bürünmesine
ve kimlik siyasetine yönelmelerine neden oldu. Yıllarca devam eden güvenlikçi
politikalar bunu daha da perçinledi. Bu hususta birçok yanlışlığın fark
edilerek ‘yeni’ bir yöntemin izlenmeye başlandığı günümüzde de benzer hatalara
devam edilmekte. Birkaç yıldır süren ‘demokratikleşme süreci’ evrensel insani
değerler üzerinden değil tipik kimlik siyaseti paradigmalarına göre yürütülerek
Kürt halkı dışındaki tüm halklar sürecin dışında tutulmakta. Yapılan tüm şeyler
‘kimlik siyaseti’ çerçevesinde yapıldığı için başka milliyetçilik türlerinin de
ortaya çıkmasına neden olmaktadır/olacaktır. Çoğulcu Demokrasi Partisi işte bu doğru
ama eksik yürütülen siyasetin bir ürünüdür. Bu açıdan ÇDP, Türkiye’de uygulanan
kimlik siyasetinin aynı zamanda bir sonucudur.
Yani kurucularının deyişi ile ‘yok sayıldıkları için’ ve ‘yok olmamak için’
böyle bir yolu tercih etmişlerdir. Böylece kimlik siyaseti ile hem ‘diğer’ kimlikleri
yok eden hem de söz konusu ‘diğer’ kimliklerin var olmasında bir araç olarak
kullanılan olarak bir tür paradoksun oluşması söz konusu olmaktadır. Yine de milliyetçiliğin
kendini doğuran ve besleyen karakteri bir kez daha teyit edilmiştir. Bunun sona
ermesi öncelikle doğurganlığa neden olan en büyük kimliğin milliyetçi/ulusalcı,
baskıcı ve otoriter karakterini değiştirmesine bağlıdır.
Son olarak o konumda olmasam da ÇDP kurucularına zaten çok iyi bildiklerini düşündüğüm bir iki cümle söylemek istiyorum. Bir bakıma şartların
mecburi olarak var ettiği Çoğulcu Demokrasi Partisi bir yandan bir kimlik için
mücadele ederken diğer yandan ortaya çıkmasına neden olan faktörleri de iyi kavramalıdır.
Kimlik siyasetinin görünür görünmez tuzaklarına düşmeden evrensel değerler
etrafında varlığını ikame etmeli ve bu şekilde mücadele etmelidir. Yani bir
nevi alışılagelmiş haliyle bir kimlik siyaseti yapmadan kimliğini ve diğer
kimlikleri korumanın ve beraberce yaşamanın ve yaşatmanın yollarını aramalıdır. Böylece Çerkesler başta olmak üzere Türkiye halkları ve demokrasisi için en güzel hizmeti sunmuş olacaklardır...
Yorumlar
Yorum Gönder