DİN EĞİTİMİ PARALELİNDE EĞİTİM SİSTEMİ
İnancın ‘fıtri’ olduğu
söylenir. Birey için bir ihtiyaçtır. İnsanoğlu var olduğu andan itibaren tahayyül
ettiği ve inandığı ‘güçlü bir varlık’ hep olmuştur. İnanç yalnızca bireysel bir
eylem değildir. Aynı şekilde onun toplumsal bir veçhesi de vardır. İnsanlık
tarihine göz attığımızda inancı olmayan bir topluluğa rastlamadığımızı görürüz.
Her toplum şu veya bu şekilde bir şeylere inanma ihtiyacı hissetmiştir.
İnanılan şeyler birbirinden farklı olsa da inancın kendisi değişmemiştir. Yani
inanç süreğenlik arz eder. ‘Süreklilik’ inanç-toplum bağlamında anahtar
bir kelimedir. O, farklı
yüzlerde ama her daim var olmuştur. Bu yönüyle o müthiş bir istikrara ve
kuvvetli bir zemine sahiptir. Göz ardı edilemez. Toplumların estetik duygularından tutun, sosyal yaşantılarına kadar
geniş bir alana nüfuz edebilme kabiliyetine sahiptir.
İnanç soyut bir
kavramdır ve kendini birtakım semboller ile somutlaştırır. Sembollerin dili
evrenseldir. Semboller bireyin algısının değer kazanması, istenilenin zihinde yer edinmesi ve kalıcı
olması için önemli bir araçtır. İslam
dini için Kur’an, Kâbe, dini bayramlar, ayrı dini metinler, camiler, önemli gün ve geceler vs birer semboldür.
Din eğitimi özellikle
laiklik ilkesinin benimsenmesiyle birlikte Cumhuriyet tarihi boyunca sürekli
bir tartışma konusu olmuştur. Ayriyeten Tevhidi Tedrisat Kanunu ile eğitim
öğretimin tek çatı altında birleştirilmesinden sonra devlet eliyle din
eğitiminin verilip verilemeyeceği uzun süre gündemi meşgul ederken, bir yandan da bunun devletin
denetimi altında olması gerektiği dile getirilmiştir. Süregelen bu tartışmalar
paralelinde din eğitimi de ülkemizde değişik aşamalardan geçmiştir. Bazen hiç
yer verilmemiş, bazen
seçmeli hale getirilmiş,
bazen de zorunlu olarak okutulmuştur. Ancak bu tartışmalar ve akabinde alınan
kararlar ilgili kesimler tarafından bilimsel yöntemlerle değil, tamamen ideolojik yaklaşımlar
neticesinde alınmıştır.
Bilindiği gibi ‘yeni’
kurulan cumhuriyet genel olarak ‘modernleşme’ ve ‘ilerleme’ gibi sloganlar ile
yönünü ‘Batı’ya dönmüş bir ‘ulus devlet’ niteliğinde idi. Bu ideolojik yönelim
ülkenin eğitim sistemine de hızlı bir şekilde sirayet etmiştir. Cumhuriyetten
önce üç farklı şekilde mevcudiyetini devam ettiren okullar, tevhidi tedrisat kanunu ile tek
formata indirgenmiştir. Yabancı okullar ve medreseler kapatılarak, yalnızca seküler eğitim verilen
okullar bırakılmıştır.
Önceleri (muhtemelen
tedrici olarak uygulanmak istenmesinden kaynaklı olarak) din eğitimine
dokunulmamış seküler eğitim ile birlikte din eğitimi de beraber ancak seküler
kalıplarla uyumlu olacak şekilde verilmiştir. 1923 yılından itibaren ise
ulus-devlet ideolojisinin ve bu ideolojinin yan ideolojileri olan pozitivist ve
seküler düşüncelerin etkisi ile tamamen kaldırılmıştır. Yönünü Batı’ya dönmüş
‘modern’ ve ‘ilerlemeci’ ‘yeni’ teşekkül edilen Cumhuriyet’e zarar verebileceği
endişesi ve yeni cumhuriyet içinde hâkim kılınmaya çalışılan ‘yeni’ anlayış ile
uyuşmadığı gerekçesi böyle bir sonucu doğurmuştur.
Bunları belirleyenler
‘inanç’ olgusunun temelli yok edilemeyeceğinin ve onun ‘süreğen’ olduğunun
farkında oldukları için topluma inanacakları yeni değerleri de sunmaya başladı.
Hatta kavramlar ve semboller bile hazırdı. Artık yönünü Batı’ya ve dolayısıyla
modern’e dönen ‘aydın’ insanlar ile binlerce yıldır var olan inançlarından ödün
vermek istemeyen ve bunu kabullenemeyen ‘bağnaz’ ve ‘gerici’ insanların yegâne
turnusol kâğıdı ‘eski’ ile ‘yeni’ arasında yapacakları seçim idi. Ya kendilerine, ‘Cumhuriyet’ gibi inanacakları ve kutsayacakları
‘yeni’ şey de dâhil olmak üzere sunulan tüm yenilikleri benimseyecekler, ya da kendilerini Batı’dan, dolayısıyla modern dünyadan
kopartan ve modernleşmenin önündeki en büyük pranga olan eski inançlarına devam
ederek ‘gerici’ ve ‘bağnaz’ olacaklardı.
Hatta bu çoğu zaman bir seçenek konusu dahi edilmedi.
Semboller de ‘süreğen’
olan inancın bir üst kademeye geçirilmesi için devredeydi. Yeni kitap, yeni kısa ve öz metinler, yeni mabetler, yeni istikamet, yeni özel günler, yeni isimler hepsi çok kısa
sürede üretildi insanların önüne konuldu.
Özellikle tek parti
döneminde bu ideoloji sürekli yerleşerek hâkim hale geldi. Bu ideolojinin en yaygın
uygulama alanı ise eğitim sistemi oldu. Yeni anlayışın kökleşmesi için üretilen
sembollerin anlam kazandığı yerler de eğitim kurumları oldu. Bilim yuvası
olması gereken okullar Cumhuriyet’in adeta kutsal mabetleri olarak görüldü ve
öyle inşa edildi. Okullar,
gerek ‘yeni’ özel günlerde okunan ‘padişahı kovduk yaşasın cumhuriyet’ gibi
ifadeleri içeren şiirli kutlamalarla,
gerekse bu ‘yeni ‘anlayışın metinlerini oluşturan ve çoğunu kendisinin söyleyip
söylemediği meçhul olan M. Kemal’in sözlerinin süslediği duvarlar ile tam bir ‘ideolojik
aygıt’a döndü. Tarih adı altında okutulanlar ise tam bir fecaat örneği
mahiyetindeydi. Temel felsefe Self - Oryantalist bir dil ile ‘eskiyi kötüle yeniyi kutsa’ şeklinde oldu. Bütün
bunlar ‘aklın ve bilimin öncülüğünde’ yapıldı.
Sürekli tartışılan din
dersleri bulundukları zaman içinde okulların imaj ve içerik yönünden problemli
dersi oldu. Bu noktada üzerinde durulması gereken bir diğer husus da din
eğitimi veren öğretmen ve diğer eğitimcilerin toplumda oluşturulan imajlarıdır.
Eski Türk filmlerinde bile pek muteber bir görüntü ile karşımıza çıkmayan din temsilcileri
veya eğitimcileri yeni Cumhuriyet’in de uyumsuz eğitimci kesimini oluşturdu. Tevhidi
tedrisat kanunu ile seküler bir yapıya bürünen okullarda ‘bağnaz’ ve ‘gerici’
olanı temsil etti. Çağdaş bilim yuvalarının çağ dışı tiplemeleri olarak yer
edindi. Okullarda okuttukları dersler de hep gayri ciddi sayıldı. Sınıfa
girdiklerinde ‘selamün aleyküm’ diyerek selamlaşmaları bile farklı algılandı
genç dimağlar tarafından. Bu selam şekli alışıldık ve modern değildi zira.
‘Yeni’ ideoloji selamlaşmaya kadar sirayet etmişti çünkü. ‘Geleneği’ temsil
eden bu kişiler aslında yerlerde sürünen bir sistemde bir türlü modern yöntem ve
tekniklere de alışamayanlardı. Giyimleri bile demode olup gömleklerini son
düğmesine kadar iliklerlerdi. Kısacası resmi ideoloji tarafından -meslekleri
gereği- kendilerine yeni ile uyumlu olmayan tüm rollerin verildiği meslek grubu
oldu.
Tüm bunlar, aslında eğitim sistemimizin
‘sistem’ olamamasının köklerinin nerelere uzandığının kısa bir özetidir. Mevzu
yalnızca din eğitimi ve eğitimcisi değildir. Din, yeni eğitim sistemi de dâhil ülkenin genel yol
haritasını belirleyen başat bir role sahip olmuştur. Eski ile yeniyi
birbirinden koparmak için yapılan her türlü işlem, tüm sancıların nedenidir. Ve tüm çabalara rağmen
kısmen başarılı olsa da ‘yeni’ ‘eski’nin yerine geçememiştir. ‘Bundan
sonra’sını başka bir yazıya bırakalım ve son sözü fikir işçisi Cemil Meriç’e verelim:
"Ağaç
köküyle yaşar, insan da öyle… Bizse maziden koptuk, istikbale bağlanamadık.
Türkiye bütün kütüphaneleri yakılan, bütün mazisi imha edilen, 600 yılı cerrahi
bir ameliyatla içtimaî uzviyetinden koparılıp atılan bedbaht bir ülke. Oysa
milletin ana vasfı devamlılık... Türk milleti... Hangi millet? Bu millet 10
senede bir değişen hafızasız nesiller amalgamı..."
Yorumlar
Yorum Gönder