Çerkes Toplumunda Paradigmanın İflası Ya da; Hepimiz Amerikalıyız…

     Çerkes nedir, kimdir, nereden gelmiş nereye gitmektedir sorularına verilen muhtelif ve muhalif yanıtların aksine Çerkes toplumunun genelinde kabul gören, -aslında işine gelen- ortalama bir ‘Çerkes / milleti’ prototipi vardır. Her şeysen önce geleneklerine (xabze) kimseyle kıyas kabul etmeyecek kadar bağlıdır. Öyle bir medeniyete sahiptir ki ortama bir çocuk dahi girse ayağa kalkmayı gerektirecek kadar hâkim bir saygı, hapishanesi olmayacak kadar istikrarlı, değil akraba, aynı köyden kişilerle dahi evlenmeyecek kadar mert, kadın ve erkeklerin birbirlerine yan gözle bakmadan birlikte sosyalleşebildiği ileri bir medeniyet, açlıktan ölse dahi kimseye hiçbir şeye tamah etmeyecek kadar gururlu, vatanperver, uyumlu, sadık, cesur vs… Sayamayacağımız daha nice özelliklere sahip üstün bir insandır o. Bu kişi kutsal kitaplarda eşrefi mahlûkat olarak adlandırılan kişinin ta kendisidir.  Tanrının insana verdiği en son ve en mükemmel şekildir onunkisi. Ya da Nietzche’nin ‘üst insan’ adını verdiği, insan denilen canlı türünün son aşamasıdır. Tüm dünyada, ister maddi olsun ister manevi, her türlü bireysel ve içtimai vasfın ideal formu Kaf Dağı’nın bu vakar sahibi insanına göre belirlenmiştir. Ölçüt odur. İnsanoğlu onun gibi olabildiği oranda insandır. Tabiat, tüm güzelliklerinden bir parça bahşetmiştir ona. Bir eksiği varsa da kendisinden değildir.

    Yüzyıllar geçti, zaman değişti, şartlar değişti, dünya defalarca tersyüz oldu ama Çerkes toplumunun dünyaya bakışı 2 santim değişmedi. Neden değişsin ki, aksine dünya değişmeli, onun gibi olmalıydı. Hiçbir şeyi umursamadan dünyanın en mühim işini yapar gibi parmaklarının üzerinde dans etmeye devam etti. Bunca vaveyla arasında işittiği tek ses mızıkasının sesiydi. Bir araya geldiğinde konuştukları da belki üç yüz yıl öncekinden farksızdı. Önemli bir kabileye mensuptu ve bunu her fırsatta dile getirmeliydi. Ne kadar eşsiz bir milletten olduğunu zaten bilmeyen yoktu. Vatanı çok güzeldi ama artık orada değildi. Acımasız bir sürgüne tabi tutulmuştu. Ataları çok büyük acılar yaşamıştı. Bu eşsiz milletin literatürüne giren ender konulardan biri ‘sürgün’dü.  Bir de son 20 yıldır ‘asimilasyon’.  Asilime olmuştu ve bu da tamamen başkalarının suçu idi. Bunun bile uzun süre sonra farkına varmıştı. Anadilini elinden almışlardı. Bundan çok şikâyetçiydi ama geri kazanmak da zahmetliydi. Kaybettiği şey ne kadar değerli olsa da sahip olduğu imkanlara rağmen onu geri kazanabilmek için böyle bir zahmete giremezdi. Üstelik onu kaybetmek mükemmelliğine bir halel getirmemişti. O hala mükemmel ve eşsizdi. Onun kadınlarının her biri Setenay, çocuklarının her biri Nartlar’dan bir kahraman idi. O Setenay ki bir kavganın ortasına arzı endam ettiği anda her taraf bir anda taş kesilirdi. Kadın dendi mi akan sular dururdu.

    O, kendisini böyle göredursun içinde yaşadığımız dünya baş döndürücü bir hızla değişti. Bu değişimin kimlikleri, kültürleri, insan ilişkilerini, devletleri, kısaca hemen her şeyi ciddi boyutlarda dönüştürdüğünü söylemek yanlış olmaz. Dünya artık mensup olunan ailenin, mahallenin, kabilenin, milletin sınırlarını çoktan aşarak her şeyin iç içe geçtiği fazlasıyla girift bir noktaya geliverdi. Bu dönüşümün en şiddetli aşaması şüphesiz kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması ile yaşandı. Artık perde arkasından yüzü görünmeden sınırsızca konuşabilme imkânı bulan bu “üst insan” bazı şeyleri de fark etmeye başladı. Yüzünü göstermeyen o perde, aslında kendisinin en mahrem yerlerini bile ortalığa seriveren bir ayna oluverdi. Ortaya çıkan görüntü ile zihinlerde mit halini almış görüntüler arasında dağlar kadar fark vardı. İnandıkları ile karşısında duran gerçeklikler arasında sıkışmış anakronik bir insanın hikayesine dönüşüverdi her şey. Ait olduğu dünya aslında bir yanılsamadan ibaret olabilir miydi? Düşündüğü veya olmasını istediği şeylerle gerçekte olanlar birbirine ne kadar uyuyordu? Mesela:

    Herkes çok saygılı ise sanal platformlarda birbirlerine tahammül edemeyen, hatta hakaretler eden insanlar kimdi?

    Xabze istisnasız herkesi birleştiren unsur ise ideolojilerin, inançların, siyasal tutum ve davranışların, hatta gündelik yaşam tarzının birbirinden bıçak gibi ayırdığı kesimler nereden çıkmıştı? Herkesin ‘edebiyatını yaptığı’ soykırım anmalarında bile bir araya gelemeyen 100 kişi nasıl olacak da bir ulus olabilecekti?
    Hapishanesi bile olmayan bir halk nasıl oluyordu da altı üstü sosyalleşmek için uğradığı küçücük dernek binalarını bile birbirine zindan edebiliyordu?

    Kadın - erkek ilişkileri bu kadar mükemmeldi de, bazı kadınların türlü ahlak dışı muamelelerle karşılaşmaları nasıl açıklanabilirdi? Şiddete uğrayan kadınlar nereden çıkmıştı? Herkes Setenay ise köylerde en ağır şartlarda çalışan kadınlar kimdi? Evin ‘thamade’si olan ihtiyarla aynı sofraya oturamamanın nasıl bir mantığı olabilirdi? Köyünde zavallı Seteney’ler sabahtan akşama kadar arazide çalışırken Abrekler’in hiç yorulmadan düğünler arası seferlere çıkmaları hepsinin birer Nart kahramanı olmalarından mı kaynaklanıyordu?
    Düğünlerde fırtına gibi esen Sosruko’lar köylerde ve şehirde neden aylak aylak geziyordu? Neden başta kendileri olmak üzere kimseye bir faydaları yoktu?
Kendi kabilesi en çok bilinen, tanınan ve kahraman kabile ise neden kimse onu tanımıyordu? …

    Zihinlerde peyda olan rahatsız edici soruları çoğaltmak mümkün. Esasında bunlar rahatsız etmesi gereken şeyler olsa da nereden çıktığı belli olmayan, hayal kırıklığı yaratacak şeyler değildi, ta ki bir hayal âleminde yaşayıp gerçeklerden –bilerek- kopuk olmasaydı. Tüm dünyada olduğu gibi insan ilişkilerinde bu saydıklarımızın ve daha fazlasının mümkün olabileceğini, önemli olanın ‘yüzleşmek’ ve somut gerçeklikler ışığında yaşamak ve problemlere çözüm üretmek olduğunu idrak edebilseydi. Her toplumun ve insanın özel olduğunu, ya da kusurlu olabileceğini, kendisine bahşedilen özel şeylerin olmadığını görebilseydi.
    Hâlbuki yakın zamanda görünür olan şeyler her zaman gözünün önündeydi ama kendisine itiraf etmekten kaçındı. Bir diğer deyişle kendinden kaçmıştı. Kendiyle yüzleşmekten, belki de yüzleşip zihninde yaşattığı mükemmel formun zarar görmesinden, ortaya çıkacak defolarını tamir etmekten, bunun için bedel ödemekten korkarak yaşamayı tercih etti. Oysa Cohen’in dediği gibi;

“Herkes biliyor, geminin su aldığını

Herkes biliyor, kaptanın yalan söylediğini

Herkes biliyor, zarların hileli olduğunu

Herkeste bu buruk duygular

Herkes biliyor (du)…”

Başa dönecek olursak…

    Bugün Brezilya ormanlarında kabileler halinde yaşayan en kapalı toplumlarda bile TV var. Artık hemen herkes modern dünyaya şu veya bu şekilde eklemlenmiş durumda. Toplumlar giderek birbirine benziyor; aynı şekilde giyinip aynı şekilde besleniyor, çalışıyor, eğleniyor, benzer alışkanlıklara sahipler vs. Hatta yakında herkes aynı dili konuşacak. Aynı duyguları paylaşmaya çoktan başladık bile. Baskın dil ve kültürler daha da baskın hale geliyor. Attila İlhan’ın deyişi ile artık hepimiz Amerika’ya gitmeden Amerikalı olduk. Bilhassa kitle iletişim araçlarının birey ve toplum üzerindeki aynılaştırmaya yönelik bu dönüştürücü etkilerini her yerde gözlemlemek mümkün. Hal böyle iken her ne kadar orta çağ insanı olduğunu söylesek de Çerkes halkı da bundan muaf değil. Bugün, dünden daha fazla ötekine benziyoruz, yarın bugünden fazla benzeyeceğiz. Asimilasyon dediğimiz şey zaten böyle bir şey. Bizi asimile eden şey sadece içinde yaşadığımız toplum/devlet değil, aynı zamanda dünyanın diğer ucu da aynı etkiye sahip. İstemiyoruz ama bir o kadar da gönüllüyüz asimilasyon için. ‘Yurtdışına gitmek için’ geçerli bir yabancı dile gece gündüz çalışarak öğreniyoruz ancak anadilimiz için aynı şeyi söylemek imkânsız. O artık sadece kullanışlı bir argümandan fazlası değil. Dürüst olalım, ortak tarih bilincine dair elimizdeki neredeyse tek şey 21 Mayıs da öyle. Hissettiklerimiz aynı günün yıldönümü akşamı buğulu ses tonuyla akşam bülteninde ilgili haberi sunan spikerinkinden farksız. Bunlar da doğru olup olmadığını sorgulamadan, ‘olağan’ olduğunu kabul etmemiz gereken şeyler belki de. Kendimize karşı dürüst olalım. Kendimizle yüzleşelim. Gerçekliklerden uzak, kafamızın içindeki mitlerle yaşamaktan vazgeçelim. Korkmadan, çekinmeden hatta utanmadan konuşalım. Gerekirse kavga edelim ki ediyoruz zaten. Ama başımız kuma gömmeye devam etmeyelim. İçi bizi dışı başkalarını yakan bu anakronizmden kurtulalım. Zira varsa tükenişe doğru giden bu yoldan bir dönüş, başlangıcı burasıdır.

Yorumlar

Popüler Yayınlar